Samsun Üniversitesinde Dış Politika Tüm Yönleriyle Ele Alındı

Samsun Üniversitesi dördüncü kuruluş yıl dönümü etkinlikleri kapsamında “Dış Politikada Değişen Dinamikler: Türkiye ve Dünya” konulu panel düzenledi.

Samsun Üniversitesi Canik Kampüsü 100. Yıl Konferans Salonunda gerçekleşen etkinliğe Samsun Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mahmut Aydın, İl Kültür ve Turizm Müdürü Adnan İpekdal, Röleve ve Anıtlar Müdürü Ali Sarıalioğlu, MÜSİAD Samsun Şube Başkanı Av. Hasan Tahsin Şengül, Canik Belediye Başkan Yrd. Yusuf Sancak, Samsun Üniversitesini Geliştirme Vakfı Yönetim Kurulu Üyeleri Av. Hakan Karaduman, Mustafa Boyacı, protokol üyeleri, çok sayıda akademisyen ve öğrenci katıldı.

Moderatörlüğünü Samsun Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Ayhan Nuri Yılmaz’ın üstlendiği panelde Marmara Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi- 25. ve 26. Dönem Adana Milletvekili Prof. Dr. Talip Küçükcan, İstanbul Aydın Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tarık Oğuzlu ve SETA Washington Koordinatörü Dr. Kadir Üstün konuşmacı olarak yer aldı. Yoğun katılımın olduğu panel, konukların özgeçmişlerinin okunmasıyla başladı.

“2008 Küresel Finans Krizi Çok Kutuplu Dünya Modeli Doğurdu”

İlk konuşmacı olan İstanbul Aydın Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tarık Oğuzlu 1990’lı yıllardan günümüze uluslararası siyasetin değişen dinamiklerine değindiği konuşmasına istatistiklerle Amerika Birleşik Devletleri (ABD) tarihi hakkında bilgi vererek başladı. “Dış politikayı güçlendirmek adına ülkemizde yaşanan gelişmelerin bir ağırlığı var. Türkiye kapasitesi gereği uluslararası camiada ağırlıklı bir konuma sahip. 1991-2008 yılları arası ABD’nin dünya siyasetinde açık ara en güçlü ülke olduğu 18 seneye tekabül ediyor. Bu zaman dilimi tek kutuplu dünya düzeni olarak adlandırılmaktaydı. Bu süreçte ABD ile kendisini takip eden ülkeler arasındaki güç makası oldukça açıktı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tek güç ve istikamet liberal demokrasi ve kapitalizm odaklı kalkınma modeliydi ve günün sonunda herkes bir şekilde ABD’nin sunmuş olduğu modele girecekti. Böyle bir beklenti vardı. ABD lehine açık olan güç makası 2008’li yıllardaki küresel finansal krizle birlikte kapanmaya ve çok kutuplu dünya modeline geçilmeye başlandı. ABD dünya siyasetinde ve ekonomisinde üstünlüğünü koruyor ama eskiye göre gücünden çok şey kaybetti. 1950’lili yıllarda ABD’nin dünya ekonomisindeki payı %45 iken, 1991 yılında bu oran %33’e düştü ve şu anda bu rakam %22-23 civarlarında. Buna mukabil Çin, Rusya gibi Batı dışı küresel aktörlerin kapasitelerinde artış oldu. Çin’de 1990 yılında kişi başına milli gelir yıllık yaklaşık 200 dolar iken, şu an yaklaşık 12.500 dolar civarında. 2001 yılında Çin ekonomisi ABD ekonomisinin onda biriyken, 2022’de onda yedi buçuğu kadar.”

ABD ve Çin gibi iki baş aktörün olduğu çoklu dünya düzeninde bu iki ülkeden birisinin arkasında olan ülkeler olduğu gibi, tarafsız olmak isteyen orta ölçekli güç kapasitene sahip ülkelerin de olduğunu belirten Oğuzlu, “ABD ve Çin arasındaki gerginlikler ikinci soğuk savaş olarak adlandırılıyor. Bu savaş birinci soğuk savaşta olduğu gibi ideolojik bir savaş değil. Çin’nin temsil ettiği otoriter devlet yapılanmasına karşı ABD’yi görüyoruz. Çin öncelikli olarak kendi bölgesinde bir hegemonya peşinde koşuyor. ABD ise kendini küresel bir güç olarak tanımlıyor. ABD, Çin’in yükselmemesi için bir politika yürütüyor. 1970’li yıllardan 2010’lu yıllara kadar ABD nerdeyse Çin’in dünya ekonomik sistemine açılmasını destekliyordu. Beklentisi Çin’in önce zenginleşmesi, ardından özgürleşmesi ve nihayet liberalleşmesi yönündeydi. Ama Çin beklentinin tam tersi yönde daha da otoriterleşip içine kapandı. ABD’nin sunduğu modelin tamamen karşı istikametinde kendine bir yol çizdi. ABD şu an Çin’in karşısında alternatif güç olarak bloklar oluşturmaya çalışıyor. Ayrıca ABD, Çin’i ötekileştirmek suretiyle kendi liderliğini Batı dünyasında pekiştirmek ve ayağının altında sallanmakta olan zemini tekrar sağlamlaştırmak istiyor.”

“Putin’in Ukrayna’yı İşgali NATO’yu Diriltti”

Konuşmasının devamında Rusya-Ukrayna arasındaki savaşın ABD’ye arayıp da bulamadığı bir fırsat sunduğunu belirten Oğuzlu, konuşmasını şu şekilde sürdürdü: “Putin, askeri güç enstrümanlarını kullanma noktasında geri adım atmayan, Ukrayna gibi bir devletin toprak bütünlüğünü en açık ve uluslararası hukuka aykırı bir şekilde çiğneyen biridir. Putin’in bu Ukrayna hamlesi Biden ABD’sine çok önemli fırsatlar sunarak NATO’yu diriltmiştir. 2019 yılında beyin ölümü gerçekleştiği dile getirilen NATO yeniden dirilmiştir. Ukrayna’yı NATO üyesi olmak istemesi yüzünden işgal eden Rusya bu sefer karşısında İsveç ve Finlandiya gibi çok uzun süre tarafsızlık politikası güden iki ülkeyi buldu ve her iki ülke de NATO üyesi olmak istedi. Putin hamlesi aynı zamanda ABD ile Avrupa Birliği (AB) arasında var olan açıklığın kapanmasını da sağladı. AB artık NATO ile iş birliği içinde savunma araçlarına daha fazla bütçe ayırmaya başladı. Almanya gibi uzun süre sivil güç olmak isteyen bir ülke bile bu politikasından uzaklaşarak 100 milyar dolardan fazla silahlanmaya bütçe ayıracağını belirtti. ABD sürmekte olan Rusya-Ukrayna savaşı için Çin’in devreye girerek savaşın sonlanması yolunda adımlar atmasını istiyor. Fakat Çin’in savaştan kaybederek çıkmasını istemeyip onurlu bir anlaşmayla çıkmasını istiyor. Çünkü Çin’in ABD ile yürüttüğü mücadelede yanında güçlü ve dik bir Rusya olmasını istiyor.”

“Küreselleşme Olgusu Dünya Genelinde Ciddi İtibar Kaybediyor”

Dünyanın birçok ülkesinde ekonomik anlamda korumacılığın, siyası anlamda ise egemenlik esaslı refleksler ve tepkilerin ivmelendiğini vurgulayan Oğuzlu, “Günümüz dünyasında evrenselci bir anlayış ‘out’ olmaya başlıyor, bölgeselcilik ve ulusalcılısa ‘in’ olmaya başlıyor.” cümleleriyle konuşmasını sonlandırdı.

“Türk-Amerikan İlişkileri Dediğimizde Küresel Bir Güçle Bölgesel Bir Gücün İlişkisine Bakıyoruz”

İkinci konuşmacı olarak söz alan Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) Washington Koordinatörü Dr. Kadir Üstün, soğuk savaş yıllarında başlayan ve günümüze kadar devam eden Türk-Amerikan ilişkilerini bütün yönleriyle değerlendirdi. Üstün, bu ilişkide küresel güç ile neyin kastedildiğine bakılması gerektiğini vurgulayarak sözlerine başladı: “Amerika küresel bir güç derken neyi kastediyoruz? Bunun üzerine biraz düşünmek lazım. Benim bundan anladığım en önemli şeylerden birisi Amerika’nın dünyanın herhangi bir yerinde savaşa girebilme kabiliyetidir. Bu savaştan galip çıkıp çıkmamak ayrı bir mesele ama bugün küresel bazda Asya’da, Avrupa’da hatta kutuplarda savaşa girme kabiliyeti başka hiçbir güçte yok. Bu askeri güç, Amerika’nın küresel gücünü temsil eden bir olgudur.”

Uluslararası finans sisteminin dolar üzerinden bir şekilde yeniden Amerikan ekonomisine döndüğünü vurgulayan Üstün, dünyanın Amerika’nın öne çıkardığı liberal kapitalist değerler üzerinden organize edilmiş bir ekonomik sistem içinde yaşadığını belirtti. Amerika’nın müttefikleriyle birlikte dünya ekonomisinin yüzde 65’ini elinde bulundurduğuna dikkat çeken Üstün, bu durumun Amerika’yı küresel bir güç yaptığını ifade ederek sözlerine şunları ekledi: “Küresel güçten bir klasik imparatorluk anlayışı çıkıyor mu çıkmıyor mu bu ciddi bir tartışma konusudur. Kuruluşuna baktığımızda Amerika, o dönem dünya siyaseti olarak görülen Avrupa siyasetinden uzak durmayı tercih ediyor. Bunu çok ciddi vurgulayan, kuruluş dokümanlarına yazan kurucu babalar grubu var. Bunlar biz yepyeni bir toplum kurmalıyız düşüncesindeler. Amerika’da bir seçilmişlik hissiyatı, tarihsel bir misyon anlayışı da var. Bunu Kuzey Amerika’nın içinde yapmak istiyorlar. Aslında iki tarafı Kanada ve Meksika ile korunmuş nispeten zayıf komşuları ile çok güvenli kendi halinde bir güç oluşturmak istiyor. Bu dönemde Amerika dünya siyasetine girmek istemiyor. Bazı uluslararası ilişkiler düşünürleri tarafından Amerika ‘utangaç güç’ olarak tanımlanıyor. II. Dünya Savaşı’nda özellikle de Başkan Roosevelt zamanında Amerika dünya siyasetine giriyor.”

“Soğuk Savaş Döneminden İtibaren Türkiye ile Amerika Arasında İnişli Çıkışlı Bir İlişki Başladı”

Soğuk Savaş Dönemi ile birlikte Amerika’nın ilk kez Türkiye ile ilişki kurduğuna dikkat çeken Üstün, Amerika’nın Marshall Planı üzerinden Türkiye’yi sisteme dahil ederek Rusya karşıtı ittifakın bir parçası haline getirdiğini vurguladı. Üstün, Marshall Planı ile başlayan bu ilişkinin günümüze kadar inişli çıkışlı bir şekilde devam ettiğine değindiği konuşmasında “O dönem Türkiye, Rusya’ya karşı bizim doğu kanadımızı koruyacak düşüncesi var, bu tamamen stratejik bir bakıştır. Türkiye’nin içinde olup bitenler Amerika için ikinci planda kalıyor. Soğuk savaş sonrasında herhangi bir düzen kurulamadığı için tek güç olarak ortaya çıkan Amerika Türkiye ile nasıl bir ilişki kuracağını tanımlayamıyor. Türkiye ile ilişkileri de bu dönemden itibaren oldukça inişli çıkışlıdır. Soğuk savaş döneminde de Kıbrıs Meselesi başta olmak üzere birçok anlaşmazlık vardı” ifadelerine yer verdi.

Soğuk savaş sonrası Türk-Amerikan ilişkilerinde bir geçiş döneminin yaşandığına dikkat çeken SETA Washington Koordinatörü Dr. Üstün, ortak düşman algısı nedeniyle iyi ilişkilerin 2003 yılında Amerika’nın Irak işgaline kadar devam ettiğini vurguladı. Irak’ın işgali sırasında Türkiye’nin olumsuz tepkisinin gelişen ilişkileri değiştirdiğine dikkat çeken Üstün, “2000’lerde AK Parti ile Türkiye’nin kendi adına bir siyaset yapma anlayışı var. Türkiye ülke olarak bölgesel bir güç, küresel hedefleri var. Türk-Amerikan ilişkileri dediğimizde küresel bir güçle bölgesel bir gücün ilişkilerine bakıyoruz. Burada sürekli bölgesel meseleler yüzünden Türk-Amerikan ilişkiler gelişiyor. Şu an en önemli bölgesel meselelerden biri YPG meselesidir. Amerika açısından bir IŞİD tehdidi var. IŞİD’e karşı YPG’yi kullanabiliriz, kullanışlı bir şey diye bakıyor. Türkiye ise bunun ulusal güvenliğimize doğrudan tehdit olduğunu düşünüyor. Bu çatışma Türk-Amerikan ilişkilerini şu anki en temel meselelerindendir” dedi.

Amerika ile İlişkilerimizdeki Temel Çatışmalardan Biri Türkiye’nin Son Yıllarda Savunma Sanayinde Daha “Bağımsız” Bir Hale Gelmesidir

Türk-Amerikan ilişkilerindeki başka bir çatışmanın da son yıllarda Türkiye’nin savunma sanayinde gerçekleştirdiği önemli atılımlar olduğuna dikkat çeken Üstün, “Türkiye sürekli Amerika’dan silah ve uçak almış, Pentagon’un çok iyi müşterisi. Ama ulusal savunma üretimini artırdığı için son senelerde gitgide daha “bağımsız” bir noktada konumlanıyor. Bu silahları veya ulusal güvenlik kapasitenizi kendiniz karşılamaya başlayınca Pentagon’a ihtiyacınız azalıyor. Böylece Türkiye’nin ulusal güvenliğini farklı bir biçimde tanımlayıp farklı kaynaklardan hava savunma sistemleri almaya başladığını gördük. Amerika bunu F35 sistemine yönelik bir tehdit olarak algıladığı için Türkiye’yi programın dışına itti. Belki bir gelişme olur. Biz tekrar dönüp F35 satın alabiliriz. Ama Beyaz Saray’ın bunun için bayağı bir siyasi kapital harcaması gerekiyor” ifadelerini kullandı. Üstün ayrıca İsrail, İran, Mısır, Ukrayna gibi bölgelerdeki meselelere Türkiye’nin bölgesel olarak yaklaşıp politikasını dizayn ettiğine dikkat çekerek bu durumun Amerika’nın küresel öncelikleri ve küresel bakışı ile çatıştığını ifade etti. Dr. Üstün Türk-Amerikan ilişkilerindeki sorunların temelinde yapısal problemler olduğunu vurgulayarak konuşmasına son verdi.

“Ukrayna’daki Savaş Bizi Doğrudan İlgilendiriyor”

Son konuşmacı olarak söz alan Prof. Dr. Talip Küçükcan konuşmasına Times of Türkiye hakkında bilgiler vererek başladı. Times of Türkiye’nin yaklaşık 8 ay önce kurulmuş olup, gençlere hitap ederek sanat, kültür, edebiyat, tarih, iç politika, dış politika gibi konularda sosyal medya platformu üzerinden yayın yapan bir platform olduğundan bahsetti.  Ardından “Orta Doğu ve Orta Doğu’daki Sorunlar” başlıklı konuşmasına dış politikanın önemini vurgulayarak başladı ve şu şekilde devam etti: “Bugün Türkiye’de hangi televizyon kanalını açarsanız açın, hangi medya platformuna bakarsanız bakın dış politika konuşulur. Dış politika konuşurken ve dış dünyayı takip edebilmek için elbette birtakım niteliklerimizin olması şart. Onlardan birincisinin yabancı dil olduğunu burada tekrar ifade etmek isterim. İçinizde mimarlıktan, siyaset biliminden, kamu yönetiminden, belki sağlık alanından pek çok farklı alanda çalışan arkadaşlar var. Ama bugün en az bir yabancı dili mutlaka hepimiz öğrenmeliyiz. Çünkü Türkiye bulunduğu yer itibariyle değerli. Ukrayna’daki savaş bizi dolaylı değil doğrudan ilgilendiriyor bugün. Suriye’deki iç savaş malumunuz olduğu üzere hem güvenlik açısından hem de göç açısından Türkiye’yi doğrudan ilgilendiriyor. Hadi bu yakın coğrafyayı bir tarafa bıraktık, Libya’daki savaş, Doğu Akdeniz’deki mücadeleler, Azerbaycan’daki savaş, bütün bunlar Türkiye’nin bugününü ve geleceğini doğrudan etkileyen olaylar. Yani biz önümüzdeki on yıllarda da iç politika konuştuğumuzdan daha fazla dış politika konuşacağız.”

“Türkiye Denge Değiştiren Ülke”

Gerek doğu gerekse de Batı ülkelerinde Türkiye’nin “denge değiştiren ülke” olarak adlandırıldığını ifade eden Küçükcan, bunun nedenlerini şu şekilde açıkladı: “Türkiye’nin yükselen profili bu nedenlerden bir tanesi. Hem yumuşak gücüyle hem de sert gücüyle. Yani bir taraftan savunma sanayi ile Türkiye çok önemli bir noktaya geliyor ve bugün bütün Batı medyasında “denge değiştiren ülke” diye Türkiye’den bahsediliyor. Ukrayna’ya sağlanan birtakım savunma yardımları oradaki savaşın çehresini değiştirdi. Azerbaycan’da benzer şekilde Türkiye’nin müdahalesi ile 20-30 yıllık işgal 40 gün içerisinde sonlandırıldı. Libya’da eğer Türkiye’nin müdahalesi olmasaydı çoktan Libya hükümeti düşmüş olacaktı ve Doğu Akdeniz bambaşka bir yere doğru gitmiş olacaktı. Türkiye o nedenle aslında pek çok dış politika meselesinin tam ortasında konumlanıyor. Biz de bu ülkenin vatandaşları olarak bu meseleleri hep beraber takip etmek zorundayız. Bugün Türkiye’de üretilen, çekilen diziler küresel olarak bütün dünyada seyrediliyor. Sadece İslam coğrafyasında değil ya da Türk coğrafyasında değil. Onların da dışında her yerde Türkiye’nin bir etki alanı oluşmaya başladı. Bir başka önemli konu: insani yardımlar. Gerek KİKA üzerinden gerekse farklı kurumlar ve sivil toplum kuruluşları üzerinden, dünyada en fazla insani yardım yapan ülkeyiz. Türkiye Cumhuriyeti dünyanın en büyük 16-17. ekonomisine sahip olmasına rağmen insani yardım konusunda 1 numarada.”

“Arap Devrimi Türkiye’nin Orta Doğu ile İlişkilerini Sarstı”

Küçükcan son yıllarda tekrar iyileşme çabaları içerisine giren ancak geçmişte 10 yıllık bir kesinti yaşayarak gerilemiş olan Türkiye ile Orta Doğu ve Kuzey Afrika ilişkileri sürecinden şu şekilde bahsetti: “Türkiye’nin modernleşme tarihine baktığımızda, dış politika tercihlerine baktığımızda özellikle Batı eğilimli olduğunu görüyoruz. Türkiye NATO’ya üye oluyor, elbette o günün şartlarında olması gereken o ve bugün NATO’nun genişlemesi ve Türkiye’nin buradaki kritik rolü tartışılıyor. Türkiye evet demeden acaba İsveç ve Finlandiya içeri girebilir mi? Böyle bir şey söz konusu değil, mümkün değil. Dolayısıyla burada gördüğümüz şey şu: Demek ki Türkiye’nin aslında etki alanı, bakış açısı, vizyonu kendi sınırlarının çok ötesinde. Türkiye’nin aydınları, entelektüelleri eğitim sistemi, Türkiye’yi hep Batı’ya doğru, Avrupa’ya doğru yönlendiriyor. Bunda bir problem var mı? Aslında dengeli bir yapılanma olsa büyük bir problem olmadığını söyleyebiliriz. Türkiye AB’ye üye olmak istiyor, bunda da bir problem yok çünkü o ülkelerin bahsettiğimiz yerlerde bulunmanın Türkiye’ye sağlayacağı çok ciddi stratejik avantajlar var. Güvenlik ve ekonomik açısında, AB’ye giriş çabalarında, Türkiye’deki demokratikleşme, hukukun üstünlüğünün kurumsallaşmasında çok önemli avantajlar oldu bütün bunlar. Ama Türkiye Orta Doğu’yu ihmal etti büyük oranda, Kuzey Afrika’yı ihmal etti. O noktalarda İngilizler, İtalyanlar, Fransızlar, ABD bütün bu aktörler çok etkin bir şekilde orada bulunurken Türkiye Batı yönelimli bir dış politika tercih ettiği için uzun yıllar buraları ihmal etmişti. Ama Türkiye bir uyanış yaşadı. Bunu ifade etmekte yarar görüyorum. Bir taraftan Batı ile ilişkileri çok kapsamlı ve yapıcı bir şekilde sürdürürken aynı şekilde Doğu ile, Orta Doğu ile, Kuzey Afrika ile tekrar ilişkilerini masaya yatırdı. 2010’lu yıllara gelindiğinde Türkiye’nin bu bölgeler ile ilişkileri son derece olumlu bir yönde seyrediyordu. Mesela Ürdün, Suriye, Libya, Lübnan, Irak ile. Bazı ülkeler ile Türkiye arasında vizeler kalkmıştı. Bu bahsettiğimiz ülkelerden insanlar Türkiye’ye rahatça gelebiliyordu, Türkiye’den de isteyenler oraya gidebiliyordu. Bunun ikinci aşaması şuydu o dönemlerde. Eğer benzer şekilde dünya siyaseti ve bölge siyaseti devam etmiş olsaydı ikinci aşamada pasaportlar kaldırılacak, kimlikleri ile insanlar rahat rahat gidip gelebilecekti. Bugün T.C. vatandaşı resimli kimliği ile Ukrayna’ya gidip gelebiliyor. Ukrayna ile Türkiye arasında vizeler kaldırıldı, pasaportlar kaldırıldı ilişkilerin iyi olmasından dolayı. Ama 2010 yılında Arap devrimleri oldu. Arap devrimi Türkiye’nin Orta Doğu ile ilişkilerini çok ciddi bir şekilde sarstı. Neden sarstı? Arap Devrimleri Türkiye’nin başlattığı sosyal ve siyasal hareketler değil. Oradaki toplumsal yapının, oradaki siyasal yapının, oradaki taleplerin ortaya çıkardığı devrim hareketleriydi bunlar. Yıllardır tek adam rejimleri var, yıllardır siyasal temsil yok, yoksulluk diz boyu, sosyal adalet ve sosyal refahtan pay alamayan insanların sayıları çok fazla. Günde 1 doların altı ile hayatını devam ettirmeye çalışan milyonlarca insanın olduğu bir coğrafyadan bahsediyoruz. İnsanlar isyan ettiler: “Biz sosyal refahtan pay almak istiyoruz, ülkemize seçimle iktidarların gelip gitmesini istiyoruz” diye. Türkiye dedi ki, toplumsal talepler kabul edilmelidir. Madem Türkiye’de biz demokratikleşme diyoruz, insan hakları diyoruz, hukukun üstünlüğü diyoruz; o zaman bu taleplerin başka yerlerde de olması durumunda bireysel olarak bunları desteklemeliyiz. Arap ülkelerindeki rejimlerin birkaç tanesi değiştikten sonra ve Türkiye’nin bu desteği ilan edilince Türkiye ile Arap ülkeleri arasındaki özellikle körfez ülkeleri ile arasındaki ilişkiler ciddi bir şekilde bozulmaya başladı. İlişkilerin iyi olduğu dönemlerde aynen şunu söylediler:” Acaba Türkiye eksen mi değiştiriyor, yani Batı’dan ayrılıp Doğu’ya mı gidiyor? Elbette öyle bir şey söz konusu değil. Yani Türk dış politikası dengeleyici bir tercihte bulunmuştu. Bir taraftan Batı ile ilişkileri sürdürürken diğer taraftan da Orta Doğu ve Kuzey Afrika ile ilişkileri iyi tutmaya çabalıyordu. Arap devrimleri ile başlayan bu süreçte Türkiye Orta Doğu ile ilişkilerinde yaklaşık 10 yıl ciddi sıkıntılar yaşadı. Ancak 10 yıllık bu kayıptan sonra bu ilişkiler geliştirilmeye başlandı. Şu anda geldiğimiz noktada 2010 öncesine doğru bir gidiş var, bu Türkiye için memnuniyet verici bir gelişme. Sadece Türkiye için değil bahsettiğimiz coğrafyalar için de öyle. Çünkü Türkiye’nin artık ciddi bir istikrar unsuru olduğunu görebiliyoruz. Türkiye’siz bu bölgelerde bölgesel ve küresel aktörlerin ilerlemesi, mesafe kat etmesi pek mümkün görünmüyor.”

Kapanış konuşmasını yapmak üzere kürsüye gelen Samsun Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mahmut Aydın, “Katılımcılara teşekkür ediyorum. Dört yıllık bir üniversiteyiz. Bir hafta boyunca yıl dönümümüz vesilesiyle çeşitli etkinlikler düzenledik. Bizim amacımız öğrencilerimize ve araştırmacılarımıza bir görüş kazandırmak. Üretilen bilgilerin topluma yansıtılması gerektiğini vurgulamakta fayda var. Bizler sorunlarımızı çalışmazsak başkaları neden çalıştı diye bu durumu eleştiremeyiz. Ben konuşma yapmak yerine hocalarıma bir soru sormak istiyorum. ‘Amerika kurulurken Avrupa’daki aşırı reformcular Amerika’ya göç ettiler. Aşırı reformcuların kurduğu sistemde Amerika kendini biraz yeni İsrail gibi konumlandırmıştı. Eski Ahit’teki Mısır’dan çıkıp Sina çölünü aşıp Filistin topraklarında İsrail’in kurulmasıyla özdeşleştirmişlerdi. Bunun için Amerika’daki birçok yerin adı eski Ahit’ten gelir.  Amerika’nın küresel güç olma isteğini dini kaynaklardan besleniyor olabilir mi?’” dedi.

Hediye takdiminin gerçekleşmesinin ardından program hatıra fotoğrafı çekimi ile son buldu.

Öğrenci Destek Hattı